2016’nın En İyi Albümleri

5) IGGY POP – Post Pop Depression
Emre Karacaoğlu: Bu albümün her yerinde “Josh Homme” yazsa da eşzamanlı olarak tamamıyla bir Iggy Pop albümü olduğunu pek tabii ki hissediyoruz. İkili sanki bir garaja girmiş, yanlarına yine Queens of the Stone Age’den Dean Fartita ve Arctic Monkeys’den Matt Helders’ı da çağırmışlar ve Iggy Pop’un artık kapanmaya yüz tutmuş bir döneme (“post-pop” dönemi) yönelik ağıtlarına besteler dizmiş gibiler. “Amerikan Valhalla’sı nerede?” diye soruyor Pop… Evet, o da öbür dünyaya gitmeye hazırlandığının işaretini veriyor ama David Bowie’nin “Dollar Days”deki “Bir daha İngiliz her dem yeşillerini görmesem de mühim değil,” mısralarının aksine, “İsmimden başka hiçbir şeyim yok!” dedikten sonra sorusunu yineliyor: “Amerikan Valhalla’sı nerede? Bu hayat hiç kolay değildi!”
Volkan Atay: Eğer karanlık, modern zamanlardan bir sese bürünecek olsa Iggy Pop vokaline benzer bir şey olmalı gibi geliyor bana. Kendisinin sesinde hissettiğim bu tekinsiz ama ilgi çekici yönü Josh Homme ile kurguladığı son albümü ile ürperti olup bırakıyor omzunuza. Kimi zaman “yok canım beni takip eden kimse” diyip neşeli bir ezgi ile yürürken bir bakıyorsunuz nefis bas yürüyüşleri ile ağına doğru ilerlerken buluyorsunuz kendinizi. Kedi-fare oyununa benzer müthiş bir albüm bu. Albüm sayesinde tecrübe edeceğiniz, gidip görebileceğiniz tüm alternatif sonlar için bile albümü tekrar tekrar dinleme sebebiniz var. Ha bu arada “Sunday” ne şahane bir şarkısın sen…
4) ARCHITECTS – All Our Gods Have Abandoned Us
Volkan Atay: Kabul edilmeli ki bu sene çok fazla sayıda iyi albüm çıktı. Ama bazıları işte hepsinden daha fazla can yaktı, son ses eşlik ettirdi, yumruk sıktırdı. Albümün çıkış parçası “A Match Made In Heaven” bu sene en çok dinlediğim parçalardan birisi bu arada.
Özlerine kadar kokuşmuş zalimliğin kuzu postuna bürünmüş kötü karakterine kocaman bir siktir çekilecekse, tam da aradığınız yoldaşları buldunuz demektir.
Grubun icra ettiği tarzda senenin en iyisine imza attıklarını düşünerek gerçekten büyük iş çıkardıklarını düşünüyorum. Büyük iş başarmak demek, işte türdaşları çırpınırken gökten elinde bu albümle inip “napıyonuz lan” demek. Dediler!
Kerem Onan‘ın albüm kritiği için buyrunuz >>
3) BLOOD INCANTATION – Starspawn
Volkan Atay: Bu sene içerisinde çıkan en iyi death metal albümü olmasını geçtim, işte böyle en iyi albümler karmasına kafa göz dalarak girdi bu arkadaşlar. Enstrüman kullanımı ve parça yazım numalarını falan övmeye kalksam abartıyor diyeceksiniz ama gerçekten öyle böyle değil. Dinlediğim ilk anda çarpıldım desem yeri. Bıkmadan usanmadan aldığım tekrarlarda açık kalan ağzımdan akıttığım salyaları albüm kapağındaki oluşuma adıyorum. 90’lı yıllarda efsane kabul edilen birçok albümden bile çok çok daha iyi bir albümü 2016 yılında bu şekilde yapmak gerçekten çok iyi bir müzikal kimlik gerektiriyor. Bu adamlar bunu da hakkı ile becermiş. Çok büyük bir grup olmak için bunun yarısından biraz daha fazla bir albüm yapmaları bile kafi. Ortaya bırakılan kartvizit fena! Yakın zamanda ülkemizde izleyecek olmanın tarifsiz heyecanı ile ben bir tur daha dinlemeye kaçtım.
2) THE CULT – Hidden City
Emre Karacaoğlu: Bu sene David Bowie ve Iggy Pop’la birlikte en çok dinlediğim rock albümü “Hidden City” oldu –bunda Ian Astbury’nin bariton sesi ve Billy Duffy’nin cayır cayır gitarlarını çok sevmemin yanında, albümün bütün sözlerinde bulunan lirik anlam bütünlüğü ve edebi alt metinler de çok etkiliydi. “Deeply Ordered Chaos”un günümüz politik atmosferine tanıklık eden mısraları ya da “Hinterland”ın çözülmeyi bekleyen “In death the truth, the truth is you” gibi esrarlı, spiritüalist bilmeceler zihnimi bütün sene meşgul etti.
Mert Yıldız: Daha önceden bu albümle ilgili ayrıntılı bir kritik yazmıştım, bu nedenle uzun tutmayacağım. Aslında The Cult uzun süredir çok iyi albümler yapıyordu (“Ceremony”den beri vasat albümleri yok) ama nedense bir türlü yaptıkları işler çatlakların arasından akıp kayboluyordu. Öyle görünüyor ki bu albümde insanları yakalamayı başardılar.
Bunun şans eseri olduğunu düşünmüyorum. “Hidden City” The Cult’ın 1994 senesi albümünden beri çıkardığı en ruhani, çok katmanlı iş. Billy Duffy’nin üst üste kaydettiği onlarca gitar bölümüne karşılık Ian Astbury’nin vokalleri hiç olmadığı kadar çiğ. Bob Rock’ın dehası sağ olsun, albüm kocaman bir sahnede değil de, odanızın içinde kaydedilmiş gibi tınlıyor. Kısacası grup, günümüzün tınısına başarıyla atıyor kancayı ve dinleyiciye çok daha rahat ulaşıyor. Bunun üzerine ‘Hinterland,’ ‘Birds Of Paradise,’ ‘G.O.A.T.’ ve ‘Lilies’ gibi harika parçaları da koyunca albümün listede bu kadar yüksekte olmasına şaşırmamak gerekiyor.
Volkan Atay: Bakın bu adamlara da saygıda kusur filan olmasın ha. Güçlü soundlarını, karakteri düzgün ve şaşmaz bir müzikal birikim ile desteklemeyi hep bildiler. Albümün çıkmasını ve kendimi her bir parçaya bölerek paylaştırmayı az beklemedim. Karşılığımı da çok iyi aldığımı düşünüyorum. Özellikle Ian Astbury ile Bob Rock atomlarını öylesine iyi çarpıştırmış ki, ortaya çıkan albüm “ben tam da senin kulakların için yaratıldım” diye fısıldıyor her notası ile. Ben de yılın kesinlikle en iyi albümlerinden birisine imza attıkları için, oğlu istediği üniversiteyi kazanmış gün teyzesi misali tebrikleri kabul ediyorum resmen. Bana noluyorsa diyemeyeceğim çünkü tam da kulaklarıma özel yapılmış bir hediye paketi özeni kapsamında dinliyorum kendilerini. Ne saygıda kusur ederim, ne de aşındırırım bu itibarı. Hak ettiler, verin karşılığını. Aman ha!
1) DAVID BOWIE – Blackstar
Emre Karacaoğlu: 2016’da dinlediğim en iyi, en çarpıcı ve en yenilikçi albüm “Blackstar” –inanıyorum ki Bowie hayatta olsaydı, yine aynısını söylerdim. Editörümüz Özgür, diğer dergi ve sitelerin 2016 derlemelerini incelerken, ilk 10’larında “Blackstar”ın olmadığı listeleri ciddiye alamadığını söylemişti. Ona hak vermemek imkânsız.
Bu albümde arayıp da bulamadığımız ne olabilir? Cazımsı düzenlemeler, Bowie’nin asıl enstrümanı saksafondan bol bol klas sololar, nefis vokal melodileri ve güftecisinin ölümünü haber veren, can alıcı mısralar. Paslanmaz Kalem olarak en iyi Bowie şarkılarını seçtiğimiz listedeki sarf ettiğim cümlelerde hâlâ ısrarcıyım: “Onun da elinde her müzisyenin elindeki imkânlar var aslında: notalar, enstrümanlar, sözcükler, geniş bir müzikal geçmiş ve insanlığın tüm sanat tarihi. Ama işte, o yine bunların içinden alacağını alıp, geçmişten, gelecekten, yani tüm zamandan bağımsız bir platformun müziğini yapıyor… Ve oranın yegane hükümdarı da kendisi. Taklit edilemez, öngörülemez ama sadece takip edilebilir bir sanatçı. Dünya onun gidişiyle çok şey kaybetti.”
Mert Yıldız: Çok alakasız bir yerden konuya gireceğim. CD’lerin müzik sektörüne hükmettiği ‘90’lar ve 2000’lerin ilk yarısında, CD’lerin 80 dakikaya dek rahatça müzik alabilmesinin de etkisiyle albümler şişmeye başladı. Ana format plak olduğu dönemde 40 dakika civarında seyreden albümler 70 dakikaları bulmaya başladı, biz de albüm alırken “aynı paraya daha çok müzik alıyoruz” diye sevindik. Bu kerizliğimiz içerisinde unuttuğumuz şey, “Reign In Blood”ın 26, “Rumours”ın 40, “Master Of Reality”nin 35 dakika sürdüğüydü. Et diye bol bol sakatat ve yağ doldurdular kısacası.
Bir müzisyensiniz, öldüğünüzü biliyor ve/veya hissediyorsunuz ve son bir albüm hakkınız bulunuyor. Son olarak söyleyeceğiniz ne varsa bu tek atımda kullanacaksınız. Elinizde kalan kısa süre içinde bir egomanyak gibi 5 CD’lik bir albüm yapmaya mı kasarsınız, yoksa elinizdeki işi sınırlandırıp, bu sınırlı işi mümkün olduğunca detaylandırıp, katmanlandırıp, cilalar, mümkün olduğunca derin kılmaya mı çalışırsınız?
Bowie ikincisini yaptı. Ölümün muamma dolu gözleri içine korkuyla bakarken yaratıcılığının tavan yapmasını bir yana koyuyorum. “Blackstar”ın bu yılın en iyisi olma sebebi, 7 parçanın 7’sinin de inanılmaz iyi işlenip, defalarca üzerinden geçilip, birbirine bağlanarak tutarlı bir “beyan” haline getirilmiş olması. “Blackstar” alelade bir “şarkı koleksiyonu” değil, kapağından mastering’ine dek bütünlük taşıyan bir eser. Sırlarını size hemen açmayacak, ancak her dinlemede yüzeyinin biraz daha altına ineceğiniz, lirikleri her okuyuşunuzda yeni bir şeyler keşfedeceğiniz ve her yeni keşifte şaşkınlık yaşayacağınız, içinde barındırdığı öyküyü daha iyi tanıyacağınız, bununla beraber giderek daha da içselleştireceğiniz bir başyapıt. Zayıflığını ve kırılganlığını gözlerden gizlemeye çalışan bir insanın, bu en insani hislerini diğerler insanlar ile büyülü bir dille paylaştığı bir günlük ve vasiyetname.
Bowie, hayatının en önemli dönemini, yani ölümünü bir sanat eserine dönüştürmeyi başardı. Solup silinerek değil, zarafet içinde ışıldayan havai fişekler gibi verdi son selamını. Başka kaç sanatçı yapabilir? Eksikliği de, etkisi de artık çok daha fazla hissedilecek.
Ayrıca albüm finali “I Can’t Give Everything Away”deki “A New Career In A New Town” göndermesine gözleri dolmayan Bowie fanı, muhtemelen Bowie’yi hiç özümseyememiştir.
Volkan Atay: Avuntu ve bahane yaratıyorum kendime. Her dinleyişimde hissettiğim acı kaybın telafisi için biraz daha eşelemeye çalışıyorum albümü. Gün geçtikçe ne parıltısı sönüyor ne etkisi yitiyor. Öyle böyle değil tarifi. Süper kahramanı ölmüş bir çizgi roman serisinin buruk takipçileriyiz artık. Eski sayılarda arıyoruz her macerayı ve her hatırasını. Bizleri albümün içerisindeki her şarkıyı büyük bir hayranlıkla takip etmenin ve deşmenin hazzı ile başbaşa bırakıp gitti buralardan işte. Sıradışı müzikal dehasının karşısında saygıyla eğilmekten ve bıraktığı ipuçları ile oyalanmaktan mutluyum aslında ama koca bir hüzün eşlik ediyor işte kurtulamadığım. Evren ile arasındaki ilişkiyi şarkıları ile hizalayan, zamanı kendine göre büküp şekil verebilen kaç tane sanatçı var ve böyle bir eserle veda edebildi ki? Kariyere, sebebi ne olursa olsun bir nokta konacaksa bunu da David Bowie gibi yapabilmek diye bir argüman var artık elimizde. Yaşamı ve ölümü ile her anında sanat denen kavramı görmek için önce yıldızlara bakarak bir gülümseyin, sonra da bırakın kendinizi albümün içine ve bulun bu usta ismi bir kez daha ağıt misali yakılan sesler içerisinde.