“Çıpalara Bağlı Kelebekler:” Nick Drake ve Müziği

Çağdaş sözlü müzikte “yabancılaşma” konusunu incelediğim dönem, bu psikozu eserlerinde işleyen müzisyenlerin hayatlarında sabit bir motif görüyordum. Aslında belki de hiç deneyimlemedikleri görkemli ayrılıklar, büyük kayıplar, dillere destan aşklar vs. gibi konularda sözler karalayan müzisyenlerin aksine, yabancılaşma hakkında yazan müzisyenler bu duyguyu bizzat hissettikleri için ele alıyorlardı –yani şarkı sözleri hayatlarının bire bir ifadesiydi. Sanatta açıkyüreklilikten bahsediyorsak, bu modern çağ ozanları belki de II. Dünya Savaşı dönemi edebiyatçılarının kalemlerinin içtenliğine sahiptiler – herkes bilir ki savaş hakkındaki en iyi romanlar bu dönem yazarlarının ellerinden çıkmıştır.
Bu kişiler arasında özellikle İngiliz müzisyen Nick Drake’in ismi, üstün dehasına rağmen göremediği takdir ile kalbimi her zaman en çok burkan oldu. Dinleyicisi olduğum ama hayatına dair kapsamlı bir bilgiye sahip olmadığım dönemde bile, naif sesiyle kulağıma varan edebi, can alıcı sözlerinde daha önce rastlamadığım bir olgunluk, kasıp kavurucu bir nihilizm ve zengin bir iç dünya resmi görüyordum.
Hayatı hakkında okumaya başladığımda, benzer görüşlerin dile getirildiğini sık sık gözlemleyebiliyordum. Birçoğu 24 yaşından önce yazılmış olmasına rağmen, Drake’in mısraları basit ve/veya juvenil olmaktan çok uzaktı. Şu ana kadar yayımlanmış belki de en kapsamlı Drake biyografisi olan “Darker Than the Deepest Sea”nin yazarı, İngiliz radyocu Trevor Dann, Drake’in şarkı sözlerini eski okulu Cambridge’deki rehber hocası Chris Bristow’a gösterdiğinde, eğitmen Drake’in üslubu ve sözlerindeki derinlik karşısında büyülenmişti. Bristow’un hakkında yorum yaptığı ilk şarkı “Fruit Tree”ydi:
Fame is but a fruit tree
So very unsound
It can never flourish
Till its stock is in the ground
So men of fame
Can never find a way
Till time has flown
Far from their dying day
Forgotten while you’re here
Remembered for a while
A much updated ruin
From a much outdated style
Life is but a memory
Happened long ago
Theatre full of sadness
For a long forgotten show
Seems so easy
Just to let it go on by
Till you stop and wonder
Why you never wondered why
Safe in the womb
Of an everlasting night
You find the darkness can
Give the brightest light
Safe in your place deep in the earth
That’s when they’ll know what you were truly worth
…
Fruit tree, fruit tree
No one knows you but the rain and the air
Don’t you worry
They’ll stand and stare when you’re gone
Fruit tree, fruit tree
Open your eyes to another year
They’ll all know
That you were here when you’re gone
Şöhret sadece bir meyve ağacıdır
Ona hiç güven olmaz
Kökü yerde olmadan
Asla büyüyemez
Bu yüzden, şöhretli insanlar
Asla bir yol bulamazlar
Zaman onların ölüm gününden
Uzaklara uçana kadar
Buradayken unutulan
Kısa süreliğine hatırlanan
Güncellenmiş bir enkaz
Modası çoktan geçmiş bir tarzdan
Hayat, çok önceden yaşanmış
Bir hatıra yalnızca
Uzun zaman önce unutulmuş bir gösterinin olduğu
Hüzün dolu bir tiyatro
Geçip gitmesine izin vermek
Çok kolay gözüküyor
Ta ki neden diye düşünmediğini
Durup düşünene kadar
Sonsuz bir gecenin rahminde
Güven içinde
Karanlığın en aydınlık ışığı
Verebileceğini görürsün
Toprağın derinlerindeki yerinde, güvendeyken
Gerçek kıymetini o zaman bilecekler
…
Meyve ağacı, meyve ağacı
Yağmur ve hava dışında kimse bilmiyor seni
Merak etme, sen gittiğinde
Durup bakacaklar
Meyve ağacı, meyve ağacı
Aç gözlerini yeni bir yıla
Sen gittiğinde bilecekler ki
Sen buradaydın
Drake’in hayatına dair öngörüler içeren bu melankolik sözler karşısında Bristow şunları söylemişti: “Burada şairler William Blake ve Lord Tennyson’ın daha önceden mümkün olabileceğine inanmayacağım bir bileşimini görüyorum. Tennyson’ın bu dünyada geçici olduğumuza dair kasvetli düşüncesi ile Blake’in ‘Masumiyet ve Deneyim Şarkıları’nda yer alan, meyve vermek için ölmemiz gerektiği fikri bir arada işlenmiş.” Bristow, Drake’in mısralarında –özellikle de “River Man” parçasında– ayrıca İngiliz şair William Wordworth ve “The River of Life” (“Yaşam Irmağı”) isimli bir şiire sahip İngiliz Matthew Arnold’dan esinler olduğunu dile getiriyordu. (Bana sorarsanız, “River Man”ın, Hermann Hesse’in “Siddhartha”sındaki kayıkçı Vasudeva ile ilgili olması daha muhtemel. Ermiş Vasudeva, Siddhartha’ya ırmağın sesini dinlemesini tembihliyor ve duymaya hazır olanlar için nehrin öğretecek çok şeyi olduğunu söylüyordu.)
Başka eleştirmenler ise İngiliz şair Jeremy Prynne ve Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath’a kadar uzanan etkiler buluyordu. Yalnız yanlış anlaşılmasın; Drake’in sözleri (ya da belki de “Drake’in edebiyatı” mı demeliyiz?) kuru bir yardım çağrısı asla değildi. Kendisiyle Cambridge’de birlikte okuyan ve son radyo programında ona flütüyle eşlik eden Iain Cameron, Drake’in stilini, “özü çaresizlikten gelmekte” diye tanımlar ve şunları ekler: “Bu çaresizlikte bir şeylerin düzeleceği beklentisi yoktu. Ama ifade ettiği yabancılaşmayla bir şeyleri güzelleştirmek amacındaydı.” Drake parçalarını da yorumlayan İngiliz müzisyen Robyn Hitchcock ise belki de şu ana kadarki en can alıcı tasviri yapmıştır: “(Drake’in müziği) dinleyiciyi şefkatle saran bir kötü son gibidir. Bu sonda bir boyun eğme, vazgeçme mevcuttur. Onun şarkıları, çıpalara bağlanmış kelebekler gibi.”

Joan Baez 1965’te Londra’nın Trafalgar Meydanı’nda
Drake’in rehber hocası Chris Bristow’un yorumlarından birisi ise Drake’in ifadelerinin “İngilizliğine” işaret ediyordu. Dönemin Amerikanlaşmış Britanyalı şarkı yazarlarının aksine, Drake, okuduğu İngiliz şairlerinin de etkisiyle onların yanında son derecede “İngiliz” kalıyordu. Fakat Drake’in üslubunun İngilizliği ile bu kökenine ve kültürüne karşı duyduğu tiksinme ise kimliğinde yaşadığı çatışmanın tezahürlerinden biriydi. Şöyle ki, Drake’in yaşadığı dönem olan 1960’ların sonu İngiltere’si, daha önceden görülmemiş sosyal değişimlerin ortaya çıktığı bir yerdi. Dünya çapında sonu gelmeyen protestoların olduğu bu dönemde, II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan “Baby Boom” (“Bebek Patlaması”) çocukları “karşı kültür” kimliği altında toplanmış ve büyük bir kuşak çatışması ortaya çıkmıştı. O zamana kadar büyüklerinin birer kopyası olan İngiliz çocuklar ve onların ebeveynleri belki de tarihte ilk defa birbirlerini anlamıyorlardı. Vietnam’daki emperyalist savaşa karşı koyarak, esrarın yasallaşmasını talep ederek ve İngiliz yaşam tarzından uzaklaşarak, gençler sadece yerleşik toplum düzeninden değil, en yakınlarından da uzak düşüyorlardı. Madencilerin, fabrika işçilerinin ve hakimlerin çocukları babalarının ayak izlerini takip etmenin doğru olup olmadığını tartışır olmuşlardı. Varlıklı ve köklü ailelerin çocukları imtiyazlı geçmişlerinden utanmaya başladığı için eski püskü kıyafetler giyiyor, “düzen”den (“the establishment”) uzak gözükmek için aksanlarını değiştirmeye çalışıyordu.
Nick Drake’in de bu yönde gelişmesi sürpriz değildi. O, “soy” ve “burjuvazi” gibi kavramların getirdiği muhafazakârlıktan kaçmak istiyordu; büyük bir ihtimalle de “River Man”deki “özgür hissetmenin üzerindeki yasak” ya da “Hazey Jane I”daki “Geldiğin yeri lanetliyor musun?” sözleri bu ruh haliyle alakalıydı. İngiliz toplumunun başarılı babalarının diğer birçok evladı gibi, o da “beklenti” kavramının getirdiği mesuliyetten tiksinmişti. Bunların yanında, daha eğitim yıllarının başında Katolik öğretmenler aracılığıyla tanıştığı İngiliz rejiminin disiplini, Burma’dan gelen bu naif çocuğu oldukça sarsmış olmalıydı. (Nick Drake, babasının işi dolayısıyla bulunduğu Burma’nın Yangon şehrinde doğmuştu.)
“Geldiğin yeri lanetliyor musun?” Drake’in dehasının özelliklerinden biri de böyle ağır, karanlık cümleleri bile sevgiyle ve görülmemiş bir dinginlikle söyleyebilmesiydi. Olağandışı, usta işi gitar arpejlerindeki melodik, pastoral müziği ve sakin, sıcak sesiyle tezat oluşturan bu karanlık sözlerinin arkasındaki uyumu/mantığı onun kişiliğinde görüyorum. Bana sorarsanız, onun notalarla ifade edilen besteleri, bu üstün müzisyenin iç dünyasının, hayal ettiği fantezi âleminin, hatta belki de ait olduğu o ulaşılmaz yerin bir göstergesi. Sözleri ise doğduktan sonra dış dünyada gördüğü adaletsizliğin, bencilliğin ve insan varoluşunun anlamsızlığının bir aksi gibi durmuyor mu? Ruhundan dışarı taşan o huzurlu, uhrevi müzik, zihninin filtresinden geçerken bu dizelere kendisini bağlıyor sanki.
Drake’in küçüklüğünden başlayan, topluma ve ailesine yönelik yabancılaşma duygusu, müzikal dehasının karşılığında yaşamı boyunca göremediği takdir ve müzik sektörünün bunaltıcı atmosferiyle tavan yapmıştı. Drake’in hayatı, bu hissiyatının altını çizen sayısız hatırayla doludur. Bir keresinde, arkadaşı ve gitaristi Ross Grainger ile beraber gittikleri bir kulüpte, Grainger Drake’e sahnedeki müzisyenler hakkında ne düşündüğünü sorar: “Drake’e fikrini sorardım. O ise asla kimseyi doğrudan eleştirmez ve ‘Hayat o kadar basit değil,’ ya da ‘Bazı şeyler gözüktüğünden daha karmaşıktır,’ gibi cümleler söylerdi. Onun felsefesi sadece kötümser değildi, aynı zamanda deterministikti de. Ona göre bizler, Shakespeare’in söylediği gibi, gelgitlerin, fırtınaların ve olayların habersiz kurbanlarıydık… ‘Olmak ya da olmamak’ Nick’in kendine gerçekten sorduğu bir soruydu.” 26 yaşında hayatını kaybeden müzisyenin son yıllarında yaşadığı depresyonu bire bir gözlemleyen arkadaşı Paul Wheeler da bir keresinde Drake’in alenen durumundan şikayet ettiğini duymuştu: “Kafasından geçenleri kontrol edemiyordu. Her şeyin ellerinden kayıp gittiğinden ve onu aşan güçler tarafından idare edildiğinden şikâyet ediyordu –plak şirketi, iş adamları… Bütün sistem tarafından.”

“Bryter Layter”ın meşhur kapağı
Uzmanlık alanı bağımlılık olan (ki Drake’in uyuşturucularla arası iyiydi) ve şu anda İngiltere’nin en önemli psikiyatristlerinden biri kabul edilen Brian Wells bir dönem boyunca Drake’le ilgilenmişti. Böyle bir profesyonelin Drake’le alakalı şu anısı bile sanki bu müzisyenin yaşamının bir özeti gibidir: “Bir gün Nick’le birlikte ‘Bryter Layter’ albümünü baştan sona dinledik. Ona, ‘Eğer ben de böyle bir albüm yapsaydım ve satmasaydı, ben de dibe vururdum,’ dedim. O da, ‘Evet, görüyorsun işte,’ demişti.”
Nick Drake 1974 yılında (yanlışlıkla ya da isteyerek) aldığı aşırı dozda antidepresanla 26 yaşında bu dünyadan gittiğinde, ardında bıraktığı kişiler şaşırmamışlardı bile. Drake ailesinin yaşadığı Tanworth-in-Arden’daki St Mary Magdalene Kilisesi’nde yapılan cenazede, müzisyenin hayatının farklı “kompartman”larından yaklaşık 50 kişi vardı. Cambridge’den eski dostları, müzik sektöründen tanıdıklar ve diğer dostları birbirlerini ilk defa görüyorlardı. (Bu “kompartmantalizasyon” bile Drake’in yaşadığı yabancılaşmanın bir yansımasıydı. Farklı çevrelerde tanıdığı kişileri hayatı boyunca asla bir araya getirmemiş, kimsenin kendisinin değişik yönleri hakkında birbirleriyle konuşmasını istememişti.) Babası Rodney Drake, Nick’in cenazeye katılan dostlarının, yanlarına gelip şu sözleri söylediğini anlatıyordu: “Birçok dostu gelmişti. Hiçbirini tanımıyorduk. Harika insanlardı ve bize yaklaşıp, ‘Bunun kesinlikle sizinle alakası yok… Biz de aynı durumdaydık. Hiçbirimiz ona ulaşamadık,’ diyorlardı.” Cenazede kimse Drake’in arkasından onun özleneceğini ya da umut vaat eden bir gencin yaşamını yitirdiğini dile getiremiyordu. Ölümü tabii ki bir trajediydi ama öbür yanda, onu tanıyan ve son yıllardaki çöküşünü gün be gören çevresi için bir kurtuluştu.
Müzisyenin ölümünün ardından yakın bir zaman içinde bir toplama albüm yayımlanmadı. Pazar günü hiçbir gazetede bir ölüm ilanı yoktu, hakkında bir TV belgeseli çekilmedi. 14 Ocak 1975’te, külleri Tanworth’teki mezarının yakınında bulunan, kocaman bir meşe ağacının dibine gömüldükten sonra, onun gerisinde sadece üç adet, az bilinen albüm vardı.
Drake’in mezar taşında yazan, “From the Morning” parçasındaki şu dize, “ŞİMDİ KALKIYORUZ VE BİZ HER YERDEYİZ”, “Fruit Tree”de öngördüğü gibi, ölümünden sonra gelen takdirin bir habercisi oldu. Ölümünün ardından yaklaşık on yıl sonra, REM’in gitaristi Peter Buck’tan The Cure’un Robert Smith’ine kadar birçok müzisyen, Nick Drake’i idolleri arasında saymaya başlamıştı. (Ki Smith, grubunun ismi olan “The Cure”un, Drake’in “Time Has Told Me”deki “A troubled cure for a troubled mind/Sorunlu bir aklın sorunlu ilacı” dizesinden geldiğini söylemiştir.) Ölümünün ardından hemen gelmeyen o toplama albümler çıkmış, hakkında kitaplar yazılmış ve belgeseller çekilmişti.
Sevdiğim müzisyenler arasında hiçbirinin ölümü, beni Nick Drake’inki kadar üzmemiştir, üzemez de. Adeta Yunan mitolojisindeki Cassandra gibi kaderini önceden bilen bu harikulade müzisyen, hak ettiği takdiri ömrü boyunca görmeden, ardında emsalsiz eserler bırakarak, bir mum gibi eriyerek yok olup gitmiştir. Deha olduğunun anlaşılması için ölmesi mi gerekiyordu gerçekten?
William Blake’in “Ya kendim bir sistem kurmalıyım ya da başka bir insanın sisteminin kontrolü altına girmeliyim,” özdeyişini hatırlatırcasına, Drake kendi sistemini, yani kendi görüşünü, sembollerini ve mitolojisini oluşturmuştu. Ve müzisyen Robyn Hitchcock’un söylediği gibi, “Nick Drake, rüyamsı, kaderci bir model oluşturmuştu… Ve bu modelin havalanması 20 sene sürdü… Şu anda ise hiç olmadığı kadar iyi işliyor.”