Kumruların Faniliği

Karanlıktan korktuğunu söylüyor bana. Ondan önce gidip koridorun ışığını açmamı bekliyor.
“Neyden korkuyorsun tam olarak?” diye soruyorum. “Zebanilerden mi?” diye ardından ekliyorum alayla.
“Neyden olduğunu bilmiyorum. Korkuyorum işte. Evet, belki de zebanilerden. Ya da hayaletlerden, canavarlardan… Orada bir şey görmekten korkuyorum. Ve onu gördükten sonra da hayatımın bir daha aynı olmayacağından, bildiğim, inandığım her şeyin yalan olduğunu öğrenmekten korkuyorum.”
“Korku filmlerini seviyorsun ama?” Bu sorumu yanıtsız bırakıyor.
Birlikte Kayo Dot dinlemeye başlıyoruz. Son albümleri “Coffins on Io”daki en sevdiği parçayı açıyor hemen: “Spirit Photography”. Toby Driver’ın operatik vokallerinin büyüsüne kapılıyoruz birlikte.
Narin fotoğraf, çatlamış ve işkence görmüş
Tavan arasındaki kutusunda
Büyük bir hatıra selinin ortasında
Yüzündeki kırık çizgiler, tiksinti ve hengâme içinde
Üstünde ayak sürümüş yıllar
Yıpranmış dudaklarında gezen örümcekler
Uzun zaman önce silinmiş gözlerinde bıçaklar
Hayal meyal hatırlanan bir şarkı gibi
Hatırlıyorum bu evi
Dilin ucunda bir isim
Ruhun ucunda bir yara
Sürünerek gelen bu zebaniyi dinliyorum
Ahşabın üzerinde kendini çekiştiren
Ve benle birlikte her yüzyılı izleyen
Cılız ve bitkin bedeniyle tırmalıyor yeri
Yanan cadılar gibi bir ses çıkarıyor
Toplum önünde yaktım hepsini
Ama dehşet içinde gözetlenmiş bu tozlu kutuyu
Unutmuş olmalıyım
Talihsiz acılardan kıyafetleri
Ve vecitten solmuşluklarıyla
Yıkanmış hayaletler
“Ölülerin gözlerine konuşma hakkı tanısak, açığa vurdukları cehennem ne olurdu?” (Resim: Katsushika Hokusai – 1830)
Izdırap kılığındaki keder
Katı bir sessizlik içinde uyuyan canavarı çağırıyor
Dalgaları bulandırıp sakinlerini uyandırıyor
Merhamet sayesinde bozulmamış ebedi uykularından
Her tarafımda kollar
Hiçliğin karanlığına çekiyorlar beni
Çekip koparıyor, durmaksızın kemiriyorlar
Söyle bana:
Eğer ölülerin gözlerini zorlayarak açsak
Sadece bir saniyeliğine
Ölülerin gözlerine konuşma hakkı tanısak
Açığa vurdukları cehennem ne olurdu?
Mühürü kalkan kâbus ne olurdu?
Mısralar içimize işliyor adeta. Parçanın efsunlu sözlerinin etkisi altında konuşmaya başlıyor kendiliğinden:
“Evet, korku filmlerini seviyorum. O filmlerde ansızın karşıma çıkan türlü mahlûkatı da seviyorum. Ve sana itiraf edeyim mi: Lambasını yakıp aydınlatmanı beklediğim koridorda karşıma çıkacak şeyi de görmek istiyorum aslında. Görecek olmaktan korkuyorum; bu doğru. Ama bir yanım da onu görmek istiyor. Osamu Dazai’nin ‘Artık İnsan Değil’inde okumuştum benim gibi insanları. Bu kişilerin içindeki, insanlığa yönelik dehşet hissi öyle marazi bir hale geliyor ki daha korkunç varlıkları kendi gözleriyle görmek için yanıp tutuşuyorlar. Ve dehşet duyguları ne kadar derinleşirse, korku hisleri ne kadar keskinleşirse, bekledikleri vuslatın o kadar güçlü olması için dua ediyorlar. En grotesk, en sürreal resimleri yapan ressamları düşün—”
“Francis Bacon?”
“Evet… Ya da bunları yazıya aktaran Lewis Carroll mesela… İnsanlık denen bu hayalet sürüsünün ellerinde sayısız kere acı çekmiş ve hayal kırıklığına uğramış bu kişiler fantezilere teslim etmişler kendilerini. Onlar güpegündüz, doğanın içinde bizzat kendi gözleriyle görmüşler bu canavarları. Ve şahit oldukları şeyleri insanlara aktarırken onları kandırmaktansa, bu canavarları tüm inandırıcılıklarıyla tasvir etmişler. Mistikler ve ezoteristler de böyleydi. Bu doğaüstü varlıklarla karşılaşmak içindi bütün çabaları.”
“Sen de kendinin böyle olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Düşünmüyorum, biliyorum. Kendimi tanıyorum. Şu karanlık koridorda yürürken yaşayacağım içgüdüsel, cılız korku, akşam haberlerini izlerken yaşadığım hislerin yanında hiçbir şey. Ve inan bana, bu duygularımda asla yalnız değilim. Bak, Francis Bacon dedin. İnsanlık durumunu, savaşları, vahşeti tüm çirkinlikleriyle resmediyordu. Dünyanın en pahalı tablolarından birisi şu anda onunkisi. 140 milyon doların üzerinde bir bedelle satıldı birkaç sene önce. Bu adam, resimlerini ilk defa sergilediği zaman ziyaretçiler kendilerini zor dışarı atmış sergi binasından. Ama görüyorsun, elleriyle gözlerini kapatsalar dahi parmaklarının arasından tablolarına bakmaktan kendilerini alamamışlar işte.”
Karanlık korkusunun ve korku filmi sevgisinin altında böyle bir şey olduğunu öğrenmek açıkçası beni biraz sarsmıştı. Bu duygularının ardında çocukluğuna dair ufak bir kötü hatıra, basit bir neden beklerken, o bütün dünyayı fırlatıp atmıştı kucağıma.
Onu çok seviyorum. Konuşmamız nedeniyle yüzünü döktüğünü görüyor ve kahroluyorum. Her şeyin o kadar da kötü olmadığını hatırlatma telaşı ele geçiriyor beni bir anda. Konuşmak için ağzımı açtığımı görünce işaret parmağını dudağıma götürüp beni susturuyor, albümdeki ilk parça, “The Mortality of Doves”u açıyor ve gözlerimin en derinlerine bakarak soruyor: “Yine o naif iyimserliğinle gönlümü almaya çalışmayacaksın, değil mi?”
Musluktan lavaboya damlayan her melek
Giderden yerin dibine dökülüyor
Melekler toprağa karışırken
Koroların sesi boş bir odada yankılanıyor
Ve bu tabutun, ihanetle dolmuş kil döşemeleri
Yerinden oynattığını
Ve uzlaşmazlık batağı içinde
Ruhu tamamen yuttuğunu
Kimse fark etmedi
İnsanlık öylesine izler,
İstihza ile kendini tıka basa doldurur
Ve toprağı ezerken
İnsanlık her geçen gün artan bir gürültüyle
Her günün, her yılın ve her yüzyılın zahmetinden
Şikâyet ederken
Kayıpken
Düşünceler içinde kaybolmuşken
Veya Cennet’in sürünerek yaklaşan kalabalığı
Düşünceyi kavrayamamışken
Ötesini asla görememişler
Bu yüzden de görecek bir şey yokmuş ötesinde
Her biri sokaklara dağılmış kırık tanrı heykellerinin üstüne
Tiranlar gibi basarak geçmişler sonsuza kadar
Alaycı kalp çoğu zaman unutmuş
Damarında akan kanı
Tedavüldeki hayaletler musluktan lavaboya
Oradan da sessizliğe
Ve ihmalle unutulan ama cüretle ifade edilmeyen
İhtiyata akarken
Uyku, kumruların fanilikte gizlenmemiş uykusu
Bu canavarlığın üzerine
Yılların gölgesini kapatırken
Kapakları kapatır
Ve görüşü engellerken
Dünya çorak bir toprak haline gelmiş
Yoğun bir bataklık, cansız bir düz arazi
Ki metruk olduğu kadar düz bile değil
Ve zehir ile pişmanlık içinde
Aşağı çekilirken haykırıyorum tüm sesimle
Ve kuruması için bırakılmış bir havlu gibi
Banyonun üzerinde asılı duruyor bir beden
Damlalar karanlık ve boş bir odada
İsyanlarını yakarıyorlar
Hüzün toplanırken
Benim nidalarım
Uzun zaman önce kaybolmuş bir intiharın,
Tüm kanını akıtan bir meleğin
Ve ölmüş bir kumrunun yankıları
Not: Bu yazı ilk olarak Kahverenkli dergisinin Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.
Öne çıkan görsel: Don Kenn