Tracey Thorn’un Sesine Dair Gece Yarısı Düşünceleri

Sayfanı gördüm
Harika, yeni bir hayat
Birçok beğeni
Harika, yeni bir eş
Telefonumda, evimdesin
Ben yalnızım, tek renkliyim
Seni geride bırakmak istiyorum
Seni yatağa yatırmak istiyorum
Bekle, ne düşünüyordum ben?
Ah, ne dedim ben?
Bu konuşan ben miyim yoksa Freud mu?
Ya da şaraptan sarhoş muyum?
Yeni Sevgililer Günü mesajına tıklamamalıyım
Bakmamalıyım… Ama bak, buradayım
Kendimi kaptırıyorum ve umursamıyorum
Eğer sayfanı yenilemeye devam edersem, belki yok olursun
Seni kıskandırırsam, burada olmayı dilersin
Bebek, şu saate bak
Artık yatmalıyım
Ya ‘Gönder’e ya da ‘Sil’e basacağım
Söylediğim her şey için
Sayfanı kapatıyorum şimdi
Sen de benimkine bakıyor musun?
Fotoğraflarımda geziniyor musun
İyi olduğumu görmek için?
Sıradan bir ilgisizlikle
Veya bir miktar pişmanlıkla mı?
Veya kalbinde bir hançerle mi
Nasıl tanıştığımızı düşündüğünde?
Kesin olarak bilebilseydim
Pek eğlenmediğini
Perdeyi indirebilirdim
Bu da kazandığımı kanıtlardı
Ama yüzün yüzümde
Ve sen her yerdesin
Ben iz bırakmadan kayboldum
Ve yüzün yüzümde
Keşke sen de iz bırakmadan yok olsan
Ama senin hayatın her yerde
Ve yüzün yüzümde
Thorn’un Mart başında çıkan yeni solo albümü “Record”la dolu geçiyor gecelerim. Dünyanın şu andaki hali, yaşadığımız ülke ve ait olduğumuz dönemin keşmekeşleri içinde onun sade ama vurucu besteleri ve güfteleri o kadar tazeleyici ve ilham verici geliyor ki, kendimi 90’larda Everything But The Girl dinlerkenki halimde, düşüncelere dalmış buluyorum. Onun örneği olmayan, şahsına münhasır sesinde o kadar çok hatıra, yaşanmışlık ve hayata dair sevgi ve trajedi ânı yüklü ki, onu tek başıma dinleyip düşüncelere dalabileceğim gece yarılarını bekler oldum.
Yukarıda sözlerini alıntıladığım “Face” ilk paragrafta tasvir ettiğim tüm özellikleri ihtiva ediyor. Dört dörtlük, basit bir davul sampleı üzerinde piyano ve Thorn’un sesi… Everything But The Girl’ün 1994 seneli “Amplified Heart” ve öncesi pop dönemi ile sonraki elektronik müzik dönemi dâhil tüm zamanlarında ilke hep aynıydı: Thorn’un sıra dışı sesi hiçbir zaman şaşaalı düzenlemeler gerektirmiyordu ve tek başına, ön planda tüm duyguyu taşıyabilirdi. Onun sesinin dinleyicisini zaman ve mekândan koparma gücü her zaman sabitti. Günlük hayatta telaffuz edildiğinde aynı etkiyi yaratmayacak mısralar onun dudaklarında birer kişisel trajedi haline geliyordu.
Seni otel telefonundan aradım
Bu kodu hiç çevirmemiştim önceden
Geç yatıyorum ve daha geç uyanıyorum
Daha az yiyor ve daha çok düşünüyorum
Ve sensiz nasılım?
Daha çok mu yoksa daha az mı kendimim?
Daha genç, daha gürültülü hissediyorum
Her zaman bağ kuramıyormuşum gibi
Sanki hiç bağ kuramıyormuşum gibi
Ve sen bekâr olmayı seviyor musun?
Beni geri istiyor musun?
Ve ben bekâr olmayı seviyor muyum?
Geri geliyor muyum?
Bavulumu şimdilik buraya koyacağım
Televizyonu yatağa çevireceğim
Ama kimse aramazsa ve ben de bütün gün hiç konuşmazsam
Yok olur muyum?
Ve sensiz bana bak
Kayıtsız, sakar hissediyorum
Büyük bir hata yapıyormuşum gibi
Gerçekten büyük bir hata
Sadece bir soru cümlesi: “Beni geri istiyor musun?” diye soruyordu, “Walking Wounded” albümünde yer alan “Single”da. Onun sesinde bu en basit serzeniş bile bomba etkisi yaratıyor tüm benliğim üzerinde. Marcel Proust, “Kayıp Zamanın İzinde”de şöyle söylüyordu: “Gençlikte, aşık olduğumuz kadının kalbine sahip olmayı hayal ederiz; daha ileri yaşlarda, bir kadının kalbine sahip olduğumuzu hissetmek, ona aşık olmamıza yetebilir.” “Single”ı dinledikten sonra çok daha iyi kavrıyorum Proust’un ne demek istediğini. Mutfak aspiratörünün ışığından gelen mat huzmeler altında, gece yarısının tüm sessizliğinde Thorn gözümün önüne geliyor. Onun sesinde, aşık olduğum kadın elinde bir kadeh kırmızı şarapla vücut buluyor, ilişkimize dair tüm trajediler bir bir gerçekleşiyor; ayrılıyoruz, barışıyoruz ve yeniden nihai olarak ayrılıyoruz. Hepsi Thorn’un sesi içinde, eşzamanlı gerçekleşiyor. Thorn ve aşık olduğum kadın gözlerimin içine bakarak soruyor: “Beni geri istiyor musun?” Ve o anda anlıyorum ona, sadece ona ve her zaman ona aşık olduğumu. Onun sesi çok ikna edici, hep inandırıcı, hep içten.
Yaralı yürüyenler arasında, her otobüsteki her suratta
O sensin ve benim ve o
Ve hiçbir şey o bildiğim ‘biz’in yerini tutamıyor
Hayır, seni hiçbir zaman bırakmayacağım
Ve bir seçeneğim olduğunu şimdi biliyorum
Sen hiçbir zaman bunu belli etmesen de
Seni hiçbir zaman bırakmayacağım
Çünkü seni sonsuza kadar sevebilirdim
Seni sonsuza kadar sevebilirdim
Thorn’un sesindeki ikna edicilikten bahsediyordum ya —bu da o anlardan biri işte. “Walking Wounded”daki o mısrasında anlıyorum aşık olduğum kadının samimiyetini: “Seni sonsuza kadar sevebilirdim.” Thorn’un sesi kırık ayna parçalarından oluşmuş, geçmişime dönük bir mozaik gibi… Tüm hatıralar, tüm anlam her bir parçadaki vokalinde ifşa oluyor, gözümden kaçmış detaylar ve sırlar bir bir dökülüyor. Camı aynaya çeviren eczaya “sır” denir ya —sanki bu gerçek bile daha bir anlamlı gelmeye başlıyor.
Tamam, her şeyin kabulüm. Açıyorum “Before Today”i. Bunun adı teslimiyet:
Bahaneler istemiyorum
Gülümsemelerini istemiyorum
Aramızda bin mil varmış gibi hissetmek istemiyorum
Tavrını istemiyorum
Fasa fisonu istemiyorum
Çalmayan bir telefon istemiyorum
Aşkını istiyorum, hem de şimdi
Geçmişini istemiyorum
O şeyleri istemiyorum
Çeneni kapamanı istiyorum
Bu yeterli olurdu
Daha önceden burada bulunmuşsan da umurumda değil
Anlamıyorsun
Bu gece kendimi kanunun üstünde hissediyorum
İnişe geçiyorum
Aşkını istiyorum, hem de şimdi